Anksiyete, korkuya benzeyen bir duygudur. Kişi bu duyguyu, sanki kötü bir şey olacakmış gibi algılar. İçinde nedeni belli olmayan bir sıkıntı ve bir endişe etme durumu buna eşlik eder. Hafif bir tedirginlik ve gerginlik durumu olabileceği gibi, dozu arttığında panik derecesine varabilmektedir. Daha ağır görünümünde, kişi de benliğin bu ruhsal acı altında ezildiği ve kimi zaman dağıldığı, yaşanan durumun ameliyat acısından bile daha ağır olarak hissedildiği hastanın kendisinin ifadesi olabilmektedir. (Öztürk ve Uluşahin, 2008: 67)
Freud’a göre anksiyete, fiziksel ya da toplumsal çevreden gelen tehlikelere karşı bireyi uyarma, gerekli uyumu sağlama ve yaşamı sürdürme işlevlerine katkıda bulunur. Fakat anksiyete, “nevrotik anksiyete”de olduğu gibi mantıkdışı bir nitelik alırsa, uyum işlevini yitirir ve normaldışı davranışların ortaya çıkmasına neden olur. Gerçekçi anksiyete, mantıklı ve anlaşır olmasıyla nevrotik anksiyeteden ayrılır. Bu tür anksiyete, beklenen ya da yaklaşan bir tehlikenin algılanması ile geliştirilen bir tepkidir. Çoğu kez, kaçma refleksi ile oluşan bu tepki, yaşamı sürdürme ve korunma içgüdülerinin de bir belirtisidir. Nevrotik anksiyete ise, mantıkdışıdır. Ve kökenini bebeklik ve çocukluk çağlarından almaktadır. Freud’a göre, kullanılmayan ruhsal enerji dolaysız bir anlatım yolu bulamazsa, enerjileri yön değiştirir ve anksiyeteye dönüşür. Tehlikeli bulunan ve anksiyete yaratabilecek nitelikteki dürtülere karşı kullanılan temel savunma mekanizması baskıdır. Bu mekanizma, anksiyete yaratma özelliği gösteren ruhsal süreçlerin bilinçdışında tutulmasını sağlar. Ne varki baskı, bir dürtünün düşünce öğesinin bilinç düzeyine çıkmasını engellese de, o düşünceye ilişkin duygusal enerjiyi ortadan kaldıramaz. Dolayısıyla düşünce, duygusal enerji öğesinden kopmuş olur. Biriken enerji ise, anksiyeteye dönüşerek boşalım sağlar. (Geçtan, 1993: 160)
Varoluşçu Literatür’de Anksiyete, İnsan varoluşunun temelinde vardır. Varoluşa karşı yok oluş gerçeğinin algılanmasıdır. Anksiyete, kişinin varoluşunu yok edebileceğinin, kendisini ve dünyasını tümden tümden yitirebileceğinin, “hiç” olabileceğinin farkında olmasıdır. Korku, kişinin varlığının dışına, onun dış yüzeyine yönelen bir tehlikeye karşı tepki, kaygı ise, doğrudan varoluşuna, özüne karşı bir tehdidin algılanmasıdır. (Öztürk ve Uluşahin, 2008, 2008: 68)
Varoluşçu yönelimde 4 nihai kaygı insanın en temel tavırlarını belirlemektedir:
Ölüm. En, göze çarpan en kolay korkuya neden olan nihai kaygıdır. Şuan da varız, ama bir gün olmayacağız. Ölümden kaçış yok. Bu ölümcül korku ile tepki verdiğimiz bir gerçektir. Spinoza derki: “Herşey kendi varoluşu içinde sürüp gitmeye çabalar.” Özdeki varoluşçu çatışma ölümün kaçınılmazlığının farkında olmayla, varolmaya devam etme arzusu üzerindeki gerilimdir.
Özgürlük. Varoluşçu anlamda özgürlük, dışsal yapının yokluğuna gönderme yapmaktadır. Her zamanki deneyimin tersine, insanoğlu doğasında bir modeli barındıran iyi yapılandırılmış bir evrene girmemekte ve çıkmamaktadır. Daha çok insan kendi dünyasından, hayat tarzından, seçimlerinden ve hareketlerinden tamamen sorumludur. Yani bunların yazarıdır. Bu anlamda “özgürlük” ürkütücü bir anlam taşımaktadır: altımızda bir zeminin olmadığı anlamına gelmektedir. Sadece bir boşluk, bir uçurum vardır. O halde, anahtar durumundaki varoluşçu dinamik, zeminsizlikle karşı karşıya kalmamıza, zemin ve yapı için duyduğumuz arzu arasındaki çelişkidir.
Varoluşçu Yalıtım. Yalnızlığın eşlik ettiği,kişiler arası ya da kişinin içindeki yalıtım (kişinin kendi parçalarından yalıtım) değil, temeldeki yalıtımdır. Ki bu diğerlerinden daha kötüdür. Birbirimize ne kadar yakınlaşırsak yakınlaşalım, her birimiz varoluşa tek başımıza başlarız ve yine tek başımıza ayrılırız. Bu nedenle, varoluşçu çatışma, mutlak yalıtımımızın farkında olmamızla, bağlantı kurma, korunma ve daha büyük bir bütün olma arzumuz arasındaki gerilimdir.
Anlamsızlık. Eğer ölmek zorundaysak, eğer kendi dünyamızı oluşturuyorsak, eğer her birimiz kayıtsız bir evren içerisinde tek başımızaysak, o halde hayatın anlamı nedir? Neden yaşıyoruz? Nasıl yaşayacağız? Bizim için takdir edilmiş bir model yoksa, o halde her birimiz hayattaki kendi anlamımızı bulmalıyız. (Yalom, 1999:19-20)
Tüm yaşamsal olan, somut ve soyut algılar, düşünceler, gerçek yaşam deneyimleri sonucunda insan birçok sınırlılığını fark etmektedir. Sınırlar kişilerin kendi iç dünyasında kendilerine koydukları, çevreye koydukları ve çevrenin kendi doğal oluşumu esasıyla hayata ve tüm canlılara koyduğu engellerdir.
FRANKL, Victor E., (2014). “İnsanın Anlam Arayışı”, 19.Basım, İstanbul.
GEÇTAN, E. (1993). Çağdaş Yaşam ve Normaldışı Davranışlar (7.Baskı) , İstanbul, metis.
ÖZTÜRK,O, ULUŞAHİN, A. (2008). “Ruh Sağlığı ve Bozuklukları 1” (11.Baskı) Ankara: Nova Yayınları.
YALOM, I.(1999). “Varoluşçu Psikoterapi”, Birinci Basım, İstanbul: Kabalcı.